Kim Sızdı, Kim Sızar ? Devlet, Her Şeyin Farkında
Fehmi Çalmuk
Devletin iç güvenlikten sorumlu bir numaralı ismi Süleyman Soylu “İçişleri Bakanı olarak söylüyorum: Herhangi bir inanç grubunun, devletin birtakım noktalarını yönettiği ve sızdığı değerlendirmeleri, başlı başına yeni bir istismar alanıdır ve doğru değildir. Yalandır. Provokasyondur” şeklindeki sözlerini okuyunca hafızama şu sözler geldi: "Silahlı terör örgütünün Fethullahçı olduğunu o gece (15 Temmuz’da) öğrendim, bana ahmak diyebilirsiniz." FETÖ ele başı Fethullah Gülen’in 1963 yılında kurduğu Erzurum Komünizmle Mücadele Derneği’nden sonra ilk örgütlenmesi olan Türkiye Öğretmenler Vakfı Sızıntı dergisini çıkartmıştı. Vakfın “58” nolu sıradaki kurucusu olan ve aynı zamanda yukarıdaki sözleri sarf eden zatın yol arkadaşlarının Kırk yıldır Maklube yiyerek/yedirerek inkılap yapmayı, Sızıntı okuyarak devlete sızmayı öğrettiklerini/öğrendiklerini kimse aklından çıkartmamalı. İçişleri Bakanı’nın üzerine basa basa inanç gruplarına yönelik yaptığı (tarikat, cemaat, dini akım demeden yaptığı açıklama) açıkça devletin dini cemaatlerin durumuna ilişkin yeni dönem kırmızı çizgisini, genelden özele bakışını ortaya koyuyor: A- İnanç grupları tarihsel sürecimizin geleneğimizin ve topraklarımızın bir kabulüdür. B- Bireysel olarak insanların inanç tercihlerinin olması, demokratik hayatın da doğal bir sonucudur. Açıklamadaki en önemli ayrıntısına gelince İçişleri Bakanı’nın inanç grupları yerine “Belirli gruplar” ifadesini kullanmasıdır: “Belirli grupların demokrasi ve hukuk sistemi dışında siyaseti, sermayeyi ve devleti etki altına alması, yönetmesi, belli yerlere sızarak güç devşirmeye çalışması kabul edilemez. Kaldı ki, devletimizin hiçbir biriminde böyle bir durum söz konusu değildir.” Bakan Soylu açıklamasında yine sözü yeniden “inanç grubu” yorumuna getiriyor: “Fakat bireysel istismarlara veya inanç gruplarının istismarlarına nasıl müsaade edilemezse, bu istismarları fırsat bilip medeniyetimizin ve topraklarımızın değerlerine de saldırıya fırsat verilmeyecektir. İçişleri Bakanı olarak söylüyorum: Herhangi bir inanç grubunun, devletin birtakım noktalarını yönettiği ve sızdığı değerlendirmeleri, başlı başına yeni bir istismar alanıdır ve doğru değildir. Yalandır. Provokasyondur.” Devlet olan bitenin farkında. Cübbeli Hoca’nın “selefi” çıkışı ve Türkiye’deki örgütlenmelerinin boyutuna ilişkin ifşası gündeme gelince yeniden ve kaldığı yerden cemaat/tarikat tartışması çıkarıldı. Devlet dini hayata yeniden yön verebilmek için açıklamaları izliyor, insanların eteklerindeki taşları dökmesini bekliyor. Devlet ya, sabır taşı çatlamadan hareket etmez. Kimse devletten “tarikat ve cematler” konusunda bir itiraf, reel kabul etmesini beklememeli. Devletin kırmızı çizgisi; var olan ve varlığının kısa ve uzun vadede toplumsal huzuru temin ve idame etmede fonksiyonel sağladığı fayda gündelik tartışmaların üzerindedir. Türkiye Cumhuriyet’i devlet bekasını sağladığı en önemli zeminlerden biri Cumhuriyet’e dolayısıyla devlete bağlı cemaat/tarikat İçişleri Bakanı’nın değimiyle “inanç grupları”na dayanıyor. Buna örnek olarak Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın 2020 yılının başında Nakşibendi alim Emin Saraç ile başlayıp İsmailağa cemaatiyle görüşmesini hatırlayalım. Türkiye Cumhuriyeti’ne “Darül Harp” diyen, devletin Diyanet İşleri Başkanlığını ve görevlilerini “tağut rejiminin elemanları” olarak gören ve arkasında/cemaatinde kesinlikle namaz kılmayan, Türkiye’yi işgal edilmiş müstemleke ülkesi olarak görerek Cuma namazının farz olmadığını söyleyip ayrı mescit açıp alternatif Cuma namazı organize eden, faiz alış verişini helal kılan, Türkiye A Milli Futbol takımının yaptığı maçta karşı takımı tutacak kadar Anadolu toprağıyla milli hiçbir bağı olmayan dini grupların/akımların hangisine Türkiye Cumhuriyet’i sahip çıkacak, koruyacak, kollayacak? Cuma namazı derken 2011 yılında Barış ve Demokrasi Partisi (BDP)'nin Din Alimleri Yardımlaşma ve Dayanışma Derneği (DİAYDER) işbirliği ile organize sivil itaatsizlik eylemleri kapsamındaki “Cuma Namazı kılma organizasyonu” neredeyse 15 Temmuz’a kadar sürdü. İlk Cuma namazı hutbelerinden birini okuyan derneğin şube başkanı camilere karşı olmadıklarını belirterek, "Kürtlerin İslam dini konusunda eksikleri olabilir, ama bunu Türk- İslam sentezciliği yapan camilerde öğrenme ihtiyaçları yoktur. " sözleri dini grupların/akımların devlete karşı sözlerine ne kadar da benziyor? İşin ilginç yanı vatan evlatları güvenlik güçlerinin can verdiği bir dönemde Diyarbakır eski İl Müftüsü olan HDP Diyarbakır Milletvekili Nimetullah Erdoğmuş hutbeyi Zazaca ile Kurmanci hutbe okumuştu. Erdoğmuş’un; Diyanet İşleri Başkanlığı’nın o dönemdeki yönetimi bakımından bölgede ehli sünnet merkezli çalışmanın başına getirildiğini de unutmadık. Devlet iyi biliyor ve delilleriyle ortaya koyuyor ki; 15 Temmuz hain darbe girişiminin arkasında yalnızca FETÖ yoktur. Vahhabilikten Şia’ya, Selefilikten yaygınlığı ve varlığı ile devleti tehdit eden geleneksel akımlar vardır. Bu dediklerimizi kontrol etmek için İngiltere, Almanya, ABD gibi ülkelerin büyük elçiliklerindeki siyasi masalarının kripto yazışmalarına bakmamız yeterli olacaktır. Zira “WikiLeaks Türkiye Belgeleri” arasında konuyla ilgili belgelerde şunlar yazıyor: “11 Ekim 2005 tarihli telgraf, ABD Büyükelçiliği Maslahatgüzarı Nancy Mc Eldowney’nin onayıyla Washington’a gönderilen ve o sırada elçilikte Müsteşar Vekili konumundaki Thomas Goldberger’in kaleme aldığı anlaşılan “Aşırılıkla Mücadele” başlıklı rapora yer veriyor. “Türk İslamı”na ilişkin Amerikan görüşünün yanı sıra, İslamcı kesimde nüfuz arayışı konusunda da fikir veren raporun geniş bir kısmını aktarıyoruz: 1) ÖZET: Türkiye, Müslüman nüfusa sahip ılımlı, laik ve demokratik bir ülke olarak tanınıyor. Ancak Türkiye’deki İslam’ın daha karmaşık bir gerçekliği var. Devlet İslam’ın gayrı resmî dışavurumlarını aktif biçimde baskı altında tutuyor. Şiddet yanlısı aşırı bir Türk İslamı da mevcut. Türkiye Misyonu (Büyükelçilik kastediliyor), bizim ilişki kurma çabalarımızı özel olarak aşırı uçlara yönlendirmese de, İslamî eğilimli çevrelerle ilişkilerimizi genişletiyor ve bunun sonuçlarını da görüyoruz. …/…Büyükelçiliğin ilişkide olduğu kişiler ısrarla, Türk vatandaşlarının sadece çok küçük bir bölümünün İslam’ın aşırı, radikal ya da şiddet yanlısı biçimlerini benimsediğini söylüyorlar. Önde gelen bir Türk ulusal güvenlik analisti, Türk vatandaşlarının sadece yüzde 7’sinin İslam’ın radikal biçimlerini desteklediği tahmininde bulunuyor. ANAR’ın (iktidardaki AKP’nin kamuoyu araştırması şirketi) Genel Müdürü İbrahim Uslu ise, Türklerin sadece yüzde 5’inin radikal İslamcı olduğunu iddia ediyor. Ama yaklaşık yetmiş milyonluk bir ülkede, nüfusun sadece yüzde yarımı bile El Kaide tarzı terörizme destek verse, bu, 350 binden fazla potansiyel terörist olacağı anlamına gelir.” Tarikat, cemaatler, inanç grupları siyasetin arka bahçesi mi, yoksa oy için mi beslendiği damar mı ? Bu konuda sadece Ak Parti’yi, Saadet Partisi’ni suçlamadan önce son seçimlerde CHP’nin, İyi Parti’nin nerede, neleri taahhüt ettiklerine iyi bakmalı. TANSU ÇİLLER’İN FETVA İLE GELEN GENEL BAŞKANLIĞI Eğer 12 Eylül sonrası Zincirbozan’da tutuklu Süleyman Demirel, Kirazlıdere’de tutuklu bulunan Necmettin Erbakan’ın adamlarından önce davranmasaydı Doğruyol Partisi kurulamayacaktı. Kur’an-ı Kerim’de Fatiha suresi başta olmak üzere “Sırât-ı Müstakîm” yani “Hak ve Hakikat yolu”, “Doğru Yol” olarak siyasi hayata merhaba denen parti Milli Görüş’ün yeni partisi olacaktı. Parti kuruluşu verilmeye ramak kala Adalet Partisi’nin devamı Doğruyol Partisi Ahmet Nusret Tuna öncülüğünde 23 Haziran 1983 günü kuruldu. Milli Selamet Partisi yerine kurulan siyasi parti ise 19 Temmuz 1983 günü Refah Parti ismiyle kurulmak zorunda kaldı. Güniz Sokak’ta bulunan evinin bir odasını Süleymancıları, diğer odasında Riseli Nur talebelerini ağırlayan Süleyman Demirel’in duvarlardaki levhalarda, tabloları özenle seçtiği bilinir. Her gelen evi gibi görmüş, İslamköylü Demirel cemaatlerin desteklediği siyasi parti olmuştu. Bu nedenle tarikatların adresleri MSP-RP, MHP çizgisinde devam etti. Doğruyol Partisi, Cumhurbaşkanı seçilen Süleyman Demirel’den boşalan genel başkanlık koltuğuna geçecek ismi 13 Haziran 1993’teki kongresinde belirledi. Milli Eğitim Bakanı Köksal Toptan, İçişleri Bakanı İsmet Sezgin ve Ekonomiden Sorumlu Devlet Bakanı Tansu Çiller genel başkanlık için yarıştı. Her ne kadar Hüsamettin Cindoruk “DYP Kongresi şeftali şenliğine benziyor. Delege genel başkan değil şeftali güzeli seçti” sözleriyle kongreyi hafife bile aldı. İşin aslı DP-AP-DYP çizgisinden gelen İçişleri Bakanı Süleyman Soylu’nun “İnanç grupları tarihsel sürecimizin geleneğimizin ve topraklarımızın bir kabulüdür” sözü burada ortaya çıktı. Tansu Çiller şeksiz şüphesiz DYP’yi destekleyen Süleymancılar ve Nurcular’ın desteğiyle kongreden galip çıktı. Çiller’in Bakanlar Kurulu’nda bulunan isimlere baktığımızda bu dediğimiz daha iyi anlaşılacaktır. Çiller muhalifleri İslam peygamberi Hz. Muhammed (S:A:V) ‘Yönetimlerini kadına teslim eden toplum iflah olmaz’ şeklinde hadisi bulunduğunu belirterek Süleymancılar ile Nurcular’ın desteğini çekmesini sağlamaya çalıştı. Tartışma o kadar büyüdü ki iki grubun ileri gelenleri bu konuda Diyanet İşleri Başkanı’ndan fetva istemek zorunda kaldı. Başkanlıktan demiyorum. Süleyman Demirel’e yakınlığı ile bilinen dönemin Diyanet İşleri Başkanı Mehmet Nuri Yılmaz’dan… Çiller kabinesinde bakan olarak görev yapan ve partinin muhafazakar kanadını oluşturan isimler Diyanet İşleri Başkanı’nı ziyaret ettiler. Öğrendiğime göre Yılmaz, İslam’da kadının kamu görevi yapmasını yasaklayan açık, kesin ve bağlayıcı bir hüküm bulunmadığı belirterek “gerekli fıtri donanımı haiz, liyakatli kadınların devlet başkanlığı da dahil her türlü yönetimde görev almasında dini açıdan bir sakınca yoktur” diyerek görüş bildirdi. Çiller, elbette kongrede delege oyuyla seçildi seçilmesine de asıl onun genel başkanlık yolu verilen fetva ile açıldı. İşin ilginç yanı Diyanet İşleri Başkanlığı Din İşleri Yüksek Kurulu, 10 yıl sonda bu fetvayı resmi olarak yayımladı. Diyanet İşleri Başkanlığı Din İşleri Yüksek Kurulu, Hz. Peygamber’in ‘Yönetimlerini kadına teslim eden toplum iflah olmaz’ anlamındaki sözünün “genel hüküm içermediği” yorumunu yapıyordu. Dini Soruları Cevaplandırma Komisyonu’nca hazırlanan “Kadınların İş Hayatında ve Yönetimde Yer Almaları” konusundaki raporunu görüşen Din İşleri Yüksek Kurulu, konuyu karara bağladı. Karardaki görüşler şu şekildedir: “Kadınların sahip oldukları hak ve yetkilerin uygulamaya geçirilmesi ve kadınların sosyal hayatta aktif rol üstlenmeleri, tamamen sosyoekonomik ve kültürel şart ve ihtiyaçlarla ilgilidir. İslam bu konuda temel hak ve ilkeleri belirtmekle yetinmiş, geri kalan kısmı Müslüman toplumların kendi gelişim seyrine terk edilmiştir. Her kamu görevinde olduğu gibi, devlet başkanlığı için de liyakat şart olduğundan, devlet başkanlığına getirilecek kişinin cinsiyetine değil, bu göreve layık olup olmadığına bakılır. Diğer taraftan, devlet başkanının ordunun başında sefere çıkması, cuma hutbesini okuması ve namazını bizzat kıldırması gerekmez. Bunların, görevlendireceği kişiler tarafından yaptırılması mümkündür. (Yönetimlerini kadına teslim eden bir toplum iflah olmaz) anlamındaki hadise gelince; Hz. Peygamber bu sözüyle, başkanı bir kadın olan Sasani Devleti’nin kısa süre sonra yıkılacağını haber vermektedir. Nitekim bu devlet, kısa bir süre sonra yıkılmıştır. Diğer taraftan Kuranıkerim’de, Sebe Melikesi Belkıs’tan bahsedilirken herhangi bir olumsuz ifadeye yer verilmemiş olması, tarihte ve günümüzde, başında kadın olduğu halde güçlü bir şekilde varlığını devam ettiren ülkelerin bulunması, Hz. Peygamber’in bu sözünün genel hüküm içermediğini